26 Nisan 2024 Cuma
“Yalan terörü” demek kolay, zor olan şeffaflık – Faruk Bildirici

“Yalan terörü” demek kolay, zor olan şeffaflık – Faruk Bildirici

Cumhurbaşkanı Erdoğan, sürekli “yalan terörü” diyor, TCK’ya yeni hapis cezası konulması hazırlığı yapılıyor ama yalanın panzehiri özgür gazetecilik ve yönetimin şeffaflığıdır. Sosyal medyadaki dezenformasyonun asıl nedeni de AKP’nin yasakları ve verilerinin güvenilmezliğidir.

Erdoğan’ın uluorta her mevzuya “terör” demesi, bu kavramın içini boşaltıyor. Erdoğan iktidarın zaaf ve eksiklerini açığa vuran eleştirileri de yalan ve yanlışlar ile harmanlayarak tümünü “yalan terörü” diye savuşturmaya çalışıyor.

Ne orman yangınları ne de sel felaketinde kriz merkezi kurularak medyaya düzenli bilgi aktarımı yapılmadı. Ama “HES patladı” şeklindeki yanlış söylem, HES’in yaptığı doğal tahribatın Bozkurt’taki felaketin boyutlarını artırdığı gerçeğini örtmek için kullanıldı.

“Bir yalan terörü Türkiye’de estiriliyor.” Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın son günlerde en sık kullandığı cümlelerden biri bu olsa gerek.

    Erdoğan, “terör” kavramını o denli uluorta kullanmaya, yerli yersiz her örgütlenmeye, hoşlanmadığı her mevzuya “terör” etiketi yapıştırmaya başladı ki, “Muhalefet terörü” de diyor “Orman yangınları terör tehdididir” diye de.

    Bu kadar sık ve ölçüsüz kullanması “terör” kavramının içinin boşalmasına neden oluyor ama sanırım Erdoğan olayın bu tarafıyla ilgilenmiyor. Herhalde Erdoğan’ı – ve tabii promterdan akan konuşma metinlerini hazırlayanları- ilgilendiren tarafı, iktidara yöneltilen eleştiri ve suçlamaların “yalan terörü” diye etiketlenmesinin yaratacağı etki.

   Erdoğan, “Yalan terörü” diye etiketleyince ardından doğruca sosyal medyada yeni yasal düzenlemeler, yeni yasaklar, yeni yaptırımlar getirmenin peşine düşülüyor. BTK ya da RTÜK’te “Sosyal Medya Başkanlığı” kurma ve Türk Ceza Yasası’na yeni hapis cezası tanımları koyma  hazırlıkları yapılıyor.

    Halbuki bugün eğer sosyal medyada yalanlar ve yanlışlar varsa bunun en önemli nedeni, AKP iktidarının getirdiği yasaklar, özgür gazeteciliğin önüne koyduğu engeller ve resmi makamların güvenilir bilgi vermemesidir.

    Dezenformasyonun en büyük düşmanı bağımsız ve eleştirel gazetecilik ile kamu yönetiminin şeffaflığıdır. Bir ülkede özgür gazetecilik yapılamıyorsa, kamu yöneticileri verileri gizliyor ve şeffaf davranmıyorlarsa yalanlar da rahatlıkla yayılır, spekülasyonlar da.

    Eskiden “fısıltı gazetesi” yüksek tiraj yapardı, şimdi bazı yalanlar, yanlışlar sosyal medyada gerçeklerin arasına karışarak hızla yayılabiliyor.

    Türkiye’de olan bu. Gerçeklerin topluma ulaşmasını sağlayacak bağımsız ve eleştirel gazeteciliği baskı altında tutuyorlar; kamu kurumları toplumdan bilgi gizliyor, güvenilir veri açıklamıyorlar.

   Hatta iktidarın zaaflarına, eksiklerine işaret eden doğruları da yalan ve yanlışlar ile harmanlayarak tümünü birden “yalan terörü” diye savuşturmaya çalışıyorlar. Asıl rahatsızlıkları da zaten sosyal medyada dile getirilen gerçekler, eleştiriler…

    Kayıpların sayısı bile tam olarak verilmedi

    En yakın örnekler, orman yangınlarıyla mücadele ve sel felaketinin enkazının kaldırılması sırasında yaşandı. O dönemde medyayı hızlı ve doyurucu bilgiyle donatacak bir kriz merkezi oluşturulmadı. Bırakın medyaya anlık bilgi aktarımını, Tarım ve Orman Bakanı Bekir Pakdemirli’nin orman yangınlarına müdahale eden uçak ve helikopterlerle ilgili verdiği bilgiler bile birbiriyle çelişiyordu.

    Kastamonu’da 11 Ağustos’ta meydana gelen sel felaketi sonrasında da bir kriz merkezi kurulmadı. Medyayı düzenli olarak bilgilendiren, açıklamalar yapan bir yetkili de yoktu. İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum’un ayaküstü açıklamaları yetersizdi. AFAD ve Kastamonu Valiliği’nin sınırlı açıklamaları da gecikmeli geliyordu.

     Örneğin, 13 Ağustos’ta yani felaketin üzerinden iki gün geçtikten sonra bile hâlâ kayıpların sayılarıyla ilgili resmi açıklama yapılmamıştı. CHP Grup Başkanvekili Engin Altay, selde kaybolanların ve ölenlerin sayısının şeffaf şekilde açıklaması gerektiğini belirterek “Bozkurt’ta AFAD’a 329 kayıp başvurusu yapıldığı bilgisi bana verildi. Sahillerden ceset toplanıyor bunu Türkiye’nin bilmesi lazım” dedi. Altay, bu iddiayı dile getirdiği sırada resmi açıklamalarda yaşamını yitirenlerin sayısı 30’lardaydı. AFAD da kayıp sayısını 17 olarak veriyordu. Kastamonu Valiliği, aynı gün yaptığı açıklamada Altay’ın bu iddiasını yalanladı ama kayıpların sayısıyla ilgili bilgi vermedi.

   Ama Altay’ın sözleri yalanlansa da kayıp sayısı giderek arttı. İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, 15 Ağustos’ta sel felaketinde yaşamını yitirenlerin toplam sayısını 58, kayıpları 77 olarak duyurdu. AFAD, 16 Ağustos’ta ölenlerin toplam sayısını 77, kayıpları 47 olarak açıkladı. Yedi kişi de hastanede tedavi altındaydı. Görüldüğü gibi Altay’ın verdiği sayılar abartılı kaldı ama resmi açıklamaların da biri diğerini tutmadı.

    HES’i sosyal medya görüntüledi

    Bozkurt’la ilgili “yalan” tartışmalarına neden olan bir diğer konu, hidroelektrik santralinin felakete etkisiydi. İlk günden itibaren vatandaşlardan ve muhalefet sözcülerinden

“HES patladı”, “HES’in kapakları açıldı” iddiaları geldi. Bu iddialar sosyal medyada da yayıldı.

     Ama HES’in durumu ve sele etkisiyle ilgili geniş açıklama ancak üç gün sonra geldi. DSİ Genel Müdürü Kaya Yıldız bu iddiaları yalanladı, söz konusu Ebru HES’te su depolanmadığını, küçük havuzların da taşkınla ilgisi olmadığını söyledi. Tatmin edici olmadığı için Genel Müdür Yıldız’ın sözleri tartışmaları dindirmeye yetmedi.

     İletişim Başkanlığı, AFAD gibi kurumlar dururken HES’in görüntüleri yine sosyal medyadan geldi. Adem Metan adlı bir dijital yayıncı, bir tepeden çektiği görüntüleri, oradaki bir köylüye de yorumlatarak, “boruyla çalışan HES’in patlamadığını ve barajının olmadığını” aktardı.

   Bu görüntüler iktidar sözcüleri ve yazarlarını coşturdu; “HES patladı yalanı” yazıları yazdılar. HES’i işleten Tesla Enerji de “Bilgiye değil varsayımlara dayalı bu haberlerle kamuoyu yanıltılıyor” açıklaması yaptı.

    Fakat bir gün sonra CHP Kastamonu Milletvekili Hasan Baltacı da köy yollarından yürüyerek Ebru HES’in karşısındaki bir tepeye çıktı. Drone ile çektiği görüntülerde bu kez HES’in borularının kırıldığı görülüyordu. Baltacı, “Regülatörü ve kanallarını görüyorsunuz. Sular regülatörle iletim kanallarını paramparça etmiş. Doğanın akışına bu şekilde müdahale edilirse hem şehirlerimiz hem de insanlarımız bu acı bedeli ödemek zorunda kalır” dedi.

   Gazetecilere açmadılar, açamadılar

    Tahmin edileceği gibi, Baltacı’nın çektiği görüntüler de HES’in etkisiyle ilgili tartışmaları noktalayamadı. İktidar yanlısı medya “HES patlaması yalan” tezini sürdürürken, muhalefet kesimi de bu kez “HES’te patlama olmasa da çevrenin dengesini bozarak felaketin büyümesine neden olduğu” noktasına kaydılar.

     Bu görüşü savunanlardan Çevre ve Ekoloji Hareketi (ÇEHAV) avukatlarından Yakup Şekip Okumuşoğlu, “HES’ler dere yataklarını tarumar etti, bölgedeki ağaçlar kesildi. Hidroelektrik santrallerinin kurulmasındaki oluşan tüm hafriyatlar derelere döküldü, dereler yok edildi” dedi.

     Bölgeyi iyi bilen bir vatandaş da Sözcü yazarı Çiğdem Toker’e gönderdiği mektupta Okumuşoğlu’nun “doğa tahribatı” iddiasını doğruladı:

    “Ebru HES ile ilgili tartışma, regülatör kapaklarının patlayıp patlamadığı üzerine yoğunlaştı. Ancak asıl husus, davaya da konu olan HES inşaatının, gereğinden fazla bir alanı kapsadığı, suyun debisini arttırmak için dağ yamaçlarının -proje dışına da çıkılarak- gereğinden fazla tıraşlandığı ve heyelan, su baskını riskinin göz göre göre arttırılması.”

      Bu verilerle birlikte asıl sorunun HES’in çevredeki doğal dengeyi bozması olduğu anlaşılmış oldu. Fakat yine de iktidar çevresi tartışmalarda gelinen bu noktayı yok sayarak, “HES’in patladığı yalanı” diye yazmaya, konuşmaya devam ettiler.

      Eğer o HES’in çevrede yarattığı tahribat, selin Bozkurt’taki yıkıcı etkisini artırmamış olsa bunu kanıtlamak kolaydı. Santral, -Cumhurbaşkanlığına akredite olan olmayan- bütün gazetecilere açılır; dileyen gelir inceler ve sonunda gerçek gözler önüne serilirdi. Ama yapılmadı, yapılamadı.

     Hem gazetecilerin santrala yaklaşmasını yasaklayacaksınız, santralı gazetecilere açmayacaksınız, hem de söylediklerinize inanılmasını bekleyeceksiniz. İstediğiniz kadar “Yalan terörü” diye tekrarlayın inandıramazsınız.  Sosyal medyayı yalanları yaymakla suçlayarak da bir yere varamazsınız.